29 Mart 2012 Perşembe

ANADOLU UYGARLIKLARI -> ASURLAR


Asur İmparatorluğu, yukarı Mezopotamya olarak adlandırılan Kuzey Irak’ı ve Güney Doğu Anadolu’yu da içine alan bölgede küçük krallıklar halinde yaşayan bir Sami toplulukken özellikle M.Ö. 2000 sonrası bir araya gelerek doğu-batı arası küresel ticaretten de faydalanarak gelişip, topraklarını genişleterek ülkelerini imparatorluğa dönüştürmeyi ve İlk Çağ Ortadoğu coğrafyasının en büyük imparatorluklarından biri durumuna kadar yükseltmeyi başarabilmiş bir eskiçağ halkıdır. Başkentleri Ninova'dır.

Asurlar M.Ö. 2000 li yılların başlarından itibaren, özellikle de Anadolu’da koloniler kurarak bu bölgeye yazıyı taşıyan ilk halk olmuşlardır. Önceleri M.Ö. 2. bin yılın büyük bir bölümünü Mitanniler’e bağımlı kalmış olsalar da M.Ö. 14. yy. da bağımsızlıklarını kazanıp, Yukarı Mezopotamya ve zaman zaman da Suriye’nin kuzeyine egemen olmuşlardır.

Bölgede yapılan çeşitli kazılarda ortaya çıkan tarihi eserlerin öğretmiş olduğu bilgilerden anlaşıldığına göre Asurların ilk müstakil bir devlet olarak tarih sahnesine çıkması M.Ö. 2. bin yılın başında Kral İllusuma iktidarı zamanında olmuştur. İllusuma’dan sonra gelmiş olan İrisum ve İkunum Asur devletini daha sağlam bir yapıya kavuşturup, daha mamur bir hale getirilmişlerdir. Birinci Sargon zamanında da devletin sınırları doğuya doğru genişletilmiştir.


Asur İmparatorluğu, en güçlü dönemini M.Ö 1280 li yıllarda hüküm sürmüş olan I. Şalmanezer ve ondan sonra gelen krallar zamanında yaşamıştır. M.Ö. 1208 de I. Tukulti-Ninurta'nın ölümünden sonra gerileme dönemine giren Asurlar I. Ashur-Resh-İshi ve onu tahttan indirerek yerine geçen oğlu I. Tiglat-Pileser zamanında tekrar güçlenip Asur topraklarını Babil'den Akdeniz'e kadar genişleterek Fenike denizcilerini vergiye bağlamışlardır.

Yine yapılan çeşitli kazılardan ele geçen tabletlerin okunmasından öğrenildiğine göre II. Asurnasirpal gaddar bir kral olarak bilinmektedir. Bu tabletlerde fethetmiş olduğu ülkelerin halkları üzerinde acımasızca uyguladığı işkencelerle ilgili olarak pek çok öykü yer almaktadır.


Her ne kadar I.Tiglat-Pileser zamanında kısa süre yeniden eski gücüne kavuştuysa da, bunu izleyen dönemde Asurlar bölgede yarı göçebe halinde yaşayan Aramilerin akınlarıyla yıpranarak yeniden gerileme dönemine girdiler. Uzun bir dönem toparlanmaya çalışan Asurlar eski güçlerinden çok şey kaybetmiş olsalar da M.Ö. 883-859 arasında hüküm süren II. Asurnasirpal zamanında eski topraklarını yeniden geri almayı başarmışlar ve bu tarihten sonra M.Ö. 7. yüzyılın sonuna kadar III.  Tiglat-Pileser, II. Sargon, Sinahherib ve Asarhaddon gibi güçlü kralların önderliğinde Basra Körfezinden Mısır'a kadar uzanan toprakları egemenlikleri altında birleştirerek Asur İmparatorluğu’nu en geniş sınırlarına ulaştırdılar.


Zalimlikleri ve savaştaki atılganlıklarıyla tanınan Asurlular, Yaşadıkları dönemde anıtsal eserler da bıraktılar. Ninova, Asur, Kalah (Nimrud), Dur Şarrukin (Horsâbad) ve başka yerlerde bulunan kalıntılardan anlaşıldığına göre, Asurların mimaride ve sanatta da ileri düzeye geldikleri görülmektedir.

Asur sanat ve mimarisinde Sümerlerin izleri görülür. Onlar da Sümerler gibi tapınaklarını ve saraylarını pişmiş kil tuğlalarla yaptılar. Kentlerin merkezine yerel tanrılar adına tapınaklar diktiler. Tapınaklarını, merdivenler ya da eğimli yollarla çıkılan geniş platformların üzerinde yükselttiler. Asur başkenti Ninova bu mimari eserlerin en önemli olanlarını içinde barındırmaktaydı. II. Sargon'un Ninova yakınlarında yaptırdığı görkemli sarayının bine yakın odası olduğu bilinmektedir.


Asurlular yapılarını Babillilerden farklı olarak süslüyorlardı. Babilliler yapıların duvarlarını renkli sırlı tuğlalarla kaplarlarken. Asurlular kalın ve yassı kireçtaşı ya da kaymaktaşıyla ördükleri duvarlara savaşları, avcılığı, din ya da saray yaşamını konu alan sahneler oyuyorlardı. Asur tapınaklarının ve saraylarının kapılarını, insan başlı aslan ya da boğa heykelleri süslüyordu. Kentler, planlı biçimde kurulmuştu ve geniş caddeleri vardı. Su gereksinimi, büyük su kanallarıyla karşılanıyordu.

Asurlar geniş Ortadoğu coğrafyasında ve Anadolu’da büyük ticaret kolonileri kurarak ticareti geliştirdiler. Kurmuş oldukları bu ticaret kolonileri vasıtasıyla Anadolu’nun yazılı devrinin başlamasına da katkı sağladılar. Asurlar her ne olursa olsun Mezopotamya’nın en geniş devletini kurmayı başarmış bir halktır. Günümüzde Adıyaman sınırları içinde bulunan Nemrut dağındaki heykellerin bir kısmı Asurlara aittir.

Daha sert yaptırımlar içerse de Asurluların da Hammurabi kanunları gibi kanunlara sahip oldukları bilinmektedir. Asurlar da çağdaşları gibi çok tanrılı bir dini inanışa sahiptirler. Onlar da büyük ölçüde Sümerlerin ve Babillilerin dinleri ve tanrılarını paylaşıyorlardı. Ama en büyük tanrılarının adı, Asur'du. İştar adıyla bilinense baş tanrıçalarıydı.


Çivi yazısı da denen Sümer yazısı en eski yazıdır. Bu yazı kil tabletler üzerine yazılıyor, sonra bu tabletler pişiriliyordu. Arkeolojik kazılarda ortaya çıkarılan bu tür tabletlerin bazıları 5.000 yıl öncesine aittir. Asurluların kullanmış oldukları yazı da bu çivi yazısının bir türevidir. Asurların tarihlerindeki büyük olayları kayda geçiren ilk halk olduğu söylenebilir. Bulunan tabletlerde Asurlara ait olduğu bilinen şiirler ve dini şarkılar da yer almaktadır. Asurlar, yazdıkları tabletleri büyük kitaplıklarda saklıyorlardı. Asurbanipal'in Ninova'da bulunan "tablet evinde, değişik konuları içeren 25 binden fazla çivi yazısı tableti vardı.



M.Ö. 7. yy.  dan başlamak üzere Asur İmparatorluğu çöküş sürecine girmeye başladı. İmparatorluk egemenliğindeki halklar merkezi yönetime karşı başkaldırdılar. Ve bu arada bölgede göçebe halinde yaşayan Medler Keldanilerle ittifak kurarak çeşitli akınlarla M.Ö. 612 de Asur topraklarını ele geçirdiler ve başkent Ninova'yı yerle bir ederek Asur Krallığı’na son verip tarih sahnesinden sildiler. İmparatorluğun çökmesiyle birlikte Asur halkı tarihi kayıtlardan silinmiştir. Tarihi kayıtlarda yer almasa da son olarak Harran ve çevresinde yaşadıkları ve bölgenin diğer halkları içinde asimile olarak ortadan kalktıkları bilinmektedir.

DERLEME


23 Mart 2012 Cuma

ANADOLU - ANADOLU -> ACARLAR LONGOZU -> KARASU- SAKARYA


“İçi ormanla kaplı göl” demek olan longoz, adı üstünde, “su basar ormanı” anlamına gelmektedir. Daha geniş bir ifadeyle yılın belli aylarında ya da yıl boyunca taban suyunun yükselmesine bağlı olarak bataklıklarda ve göllerde oluşan orman anlamına da gelir. Genellikle kumullar nedeniyle yol bulamayan derelerin bataklık bir alanda son bulmasıyla oluşan bu subasar ormanlar dünya üzerinde pek çok olmasına rağmen pek azı “longoz” tanımını hak ederler.



Sakarya ilimizin Karasu ve Kaynarca ilçelerinin sınırları içinde bulunan Acarlar Longozu işte bu tanımı dünya üzerinde layıkıyla hak eden çok az longozun en önemlilerinden biri, belki de birincisidir. Acarlar Gölü subasar ormanı, sadece dünyada ender rastlanan bir oluşum değil, ev sahipliği yaptığı nadir su bitkileri ve kuş türleri bakımından da doğaseverler için bulunmaz bir vaha gibidir.



1998 yılında Bursa Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulunun aldığı kararla 1. derecede “Doğal Sit Alanı” olarak koruma altına alınan Acarlar Longozu, kaplamış olduğu alan bakımından Türkiye’nin en büyük, Dünya’nın ise ikinci büyük subasar ormanıdır.  Sakarya'nın kuzeyinde Karasu ve Kaynarca ilçeleri arasında yer alan göl genişliği 250 – 1500 m, uzunluğu 12 km. dir. Oluşumu açısından tipik bir kıyı set gölüdür. Karadeniz’le arasında 20 – 25 m. yüksekliğinde kumullar, güneyinde ortalama 100 m. yüksekliğinde alçak tepelerle sınırlanır. Kuzeyindeki Karadeniz’e 2, Doğusundaki Sakarya nehrine 6 km. uzaklıkta yer alır. Kışın biriken fazla suları Sakarya nehrine dökülür.


Ülkemizde nadir bulunan subasar orman ekosistemlerinden birini oluşturan Acarlar Longozu yaz ve kış gezilip görülebilecek bir piknik alanı olması bakımından da elverişli bir yapıya sahiptir. Çevresinde Karasu'ya ait 5 köy; Denizköy, Karamüezzinler, Üçoluk, Taşlıgeçit, Camitepe, Kaynarca'ya ait 3 köy; Turnalı, Büyükyanık, Birlik köyleri bulunur.  


Gölde bir kısmı endemik olan pek çok bitki ve hayvan türleri yaşmaktadır. Özellikle de göçmen kuşların üreme ve kışlama alanıdır. Orman alanında dişbudak, kızılağaç, kayın, karaağaç türleri yaygındır. Göl çevresinde yetişen ve Kaynarca köylüleri tarafından ticareti yapılan “göl soğanı” adlı bitkinin çocuk felci tedavisinde kullanıldığı bilinmektedir.

Longozun Karasu kısmında yürüyüş yolu, restoran, sandal, deniz bisikleti, piknik ve park alanı gibi düzenlemeler yapılarak bölge Eko-turizme kazandırılmaya çalışılmaktadır.


Öte yandan bu bulunmaz tabiat harikası göl her yerde olduğu gibi çevresel faktörlerin etkisi altında kalmaktan kurtulamamıştır. Longoz çevresinde yer alan 8 köyün atık suları zaman zaman göle karışabilmekte, tarımsal faaliyetler nedeniyle aşırı gübre ve ilaç kullanımı göle kimyasal maddelerin girişini ne yazık ki artırmaktadır.


Bölgedeki köylülerin tarım yapmak amacıyla Longoz’un kıyılarından tarla elde etmeye çalışmalarıysa başka bir sorun olarak ortaya çıkmaktadır. Ağaç kesimi giderek yaygınlaşmakta, aşırı avlanmanın önüne geçilememekte ya da geçilmemektedir. Longozun hayatiyetinin devamı için bu ve benzeri sorunlara vakit geçirilmeden çözümler üretilmeli ve hemen hayata geçirilmelidir. Aksi takdirde bu değerli hazine de daha önce kaybedilmiş olunan nice güzellikler gibi yok olmaya adaydır.

 
İki büyük metropolün arasında bulunan Acarlar Longozu İstanbul’a 200, Ankara’ya 290, Sakarya merkeze 60 km. dir. Bölgeye en kolay Sakarya’nın Karasu ilçesinin İhsaniye-Denizköy üzerinden ulaşılır. Yeni yolların yapılması ulaşımı kolaylaştırmıştır.  Sakarya ilinin Karadeniz kıyısındaki bu şirin ilçesine ulaşmak için Adapazarı’ndan Karasu karayolunu takip etmek yeterlidir. Özel araçla gelmeyecek olanlar için Adapazarı’ndaki “Kuzey, Terminalden” kalkan minibüsler vasıtasıyla bölgeye ulaşmak mümkündür.

DERLEME
 

20 Mart 2012 Salı

ANADOLU EFSANELERİ -> AĞLAYANKAYA EFSANESİ



Efsaneye göre Niobe yarı tanrı Lidya kralı Tantalos’un kızıdır. Tanrıça Hera ile birlikte büyümüşler. Zamanı gelince tanrıça Hera (kimi kaynaklara göre Leto) Tanrı Zeus ile Niobe ise Thebai kralı Amphion ile evlenmiş. Bu evliliklerden Tanrıça Hera’nın yakışıklı mı yakışıklı bir oğlu, güzeller güzeli bir kızı olmuş. Oğlunun adına Apollon demişler, kızına da Artemis… Öte yandan Niobe’nin da altısı kız altısı erkek 12 çocuğu olmuş.

Çok kibirli bir kadın olan Niobe biraz da Tanrıça Hera’yı kıskandığından olacak Sahip olduğu 12 çocuğuyla övünüp durur iki çocuğundan dolayı Hera’yı küçümseyip, alay eder, sağda solda çocuklarından ötürü Tanrıça Hera’dan daha çok saygı görmesi gerektiğini söylermiş.

Hera ile ilgili küçümseyici bu konuşmaları yüzünden kendisini uyaranları da umursamaz, bildiğinden şaşmazmış. Zaman böylece geçip gitmiş. Günlerden bir gün Niobe, Hera ile ilgili yine bazı küçümseyici sözler söylerken rüzgâr onun bu söylediklerini alıp Menderes nehri kenarında dinlenmekte olan Hera’nın kulağına fısıldayıvermiş.


Öfkesinden deliye dönen Tanrıça Hera hemen çocuklarını yanına çağırmış. Bu çağrıya cevap veren Güneş gibi parlayan yakışıklı mı yakışıklı tanrı Apollon ile güzeller güzeli tanrıça Artemis bir ışık demeti halinde annelerinin önüne gelip durmuşlar.

Tanrıça Hera, Niobe’nin yaptıklarını çocuklarına anlatıp onun cezalandırılmasını istemiş. Apollon ile Artemis de annelerinin bu isteğin karşılık vererek gümüş yaylarını kuşanıp Niobe’nin o çok övünmüş olduğu çocuklarının peşlerine düşmüşler.
 

Bir öğle vakti Apollon Niobe’nin oğullarını Kitheron (spil) dağının kayalıklarla örtülü sarp yamaçlarında avlanırlarken bulup kıstırmış ve altısını birden görünmez oklarıyla yere sermiş. Bu haber duyulunca altı kız kardeş hiç vakit kaybetmeden kardeşlerinin ölülerinin bulunduğu dağa koşmuşlar. Ama yol uzun ve zahmetli olduğundan gidene kadar da hava kararmış ve gece basmış. Karanlıkla birlikte bu sefer Artemis gökyüzünde pırıl pırıl parlayarak ortaya çıkmış ve annesini üzen Niobe’nin kızlarını görünmez oklarıyla avlayıp erkek kardeşlerinin yanlarına yıkıvermiş.


Tam dokuz gün boyunca hiç kimse dağa çıkıp on iki kardeşin cenazelerini almaya cesaret edememiş. Bu yüzden cenaze törenleri de yapılamamış. Niobe’yse çocuklarının başına gelen bu felaketten dolayı günlerce ağlayıp durmuş ve tüm bu olanların sebebi kendisi olduğu için de acısı bir kat daha artmış. Kendini yerden yere vurmuş ama ne fayda giden geri gelmiyormuş. Acısı öyle büyümüş ki artık daha fazla dayanamayıp çocuklarının öldüğü dağa çıkıp tanrı Zeus'tan kendisini kayaya çevirmesini istemiş. Zeus, bu acılı annenin isteğini yerine getirip onu çocuklarının cenazelerinin başında kayaya çevirmiş.

Niobe kaya haline dönüşmesine rağmen gözyaşları yine de dinmemiş. Derler ki bu kaya zaman zaman ağlar acısını taze tutarmış. Halk da onun bu özelliğinden dolayı ona “Ağlayankaya” adını vermiş. Ve yine derler ki çevresinde oynayan çocukları gördüğünde bu gözyaşları kesilirmiş.

Efsane bu dilden dile dolaşır durur. Bugün biz bu efsaneyle ilgili olarak duyduklarımızı, dinlediklerimizi kendi meşrebimizce bu şekilde anlattık, yarın başkaları gelip bir başka şekilde anlatır.

DERLEME


19 Mart 2012 Pazartesi

ANADOLU'NUN HAZİNELERİ -> VAN KEDİSİ


Türkiye’de kedilerden bahsederken ilk akla gelen türlerin başında Van kedisi gelir. Cana yakınlığı, beyaz, ipeksi kürkü, aslan yürüyüşü, tilkininkine benzeyen uzun ve kabarık kuyruğu, değişik göz renkleri ve suya olan düşkünlüğü ile Van kedisi, dünya üzerinde melezleşmeyen, saflığını koruyabilmiş canlıların başında gelir. Bu özelliği onu, hem kedi dünyasının hem de diğer canlıların yıldızı haline getirmiştir.



Anadolu’ya tam olarak ne zaman ve nasıl geldiği bilinmeyen Van kedileri, diğer canlılarda olduğu gibi bulunduğu bölgenin şartlarına ayak uydurdular. Van kedisi Türkiye’nin en yüksek dağlarının bulunduğu Doğu Anadolu bölgesindeki yüksek sıcaklık farklılıklarına kürkleri sayesinde kolayca ayak uydurabilmiş bir canlıdır. Yılda en az 6 ay karlarla kaplı bu bölgede uzun tüyleriyle kar ve soğuktan korunurken, yazın birden ısınan hava nedeniyle tüylerini dökerek Van Gölü’nün ılıman iklimine uyum sağlamayı bilirler. Ancak yaygın olan yanlış bir inanış vardır ki, o da bu kalın kürkü nedeniyle Van kedilerinin üşümediğidir ki bu yanlıştır. Çünkü kediler, kürkleri ne kadar kalın olurlarsa olsunlar soğuktan etkilenir ve üşürler.



Van kedileri suyu ve yüzmeyi çok severler. Bir Van kedisi suya doğru gidiyorsa eğer, bu zorunluluktan değil, sadece suyu çok sevdiği içindir. Özellikle ılık ve sığ sularda yüzmeyi seven her hangi bir Van kedisini, musluktan damlayan suya pati atarken ya da banyoda sahibine eşlik ederken görmek hiç de şaşırtıcı değildir. Suyu sevmesi, Van kedisini diğer kedilerden ayıran en önemli özelliktir.

Van kedilerinin özelliklerinden biri de tüylerindeki iki renkliliktir. Bu farklı renkler kulaklarının çevresinde ve kuyruğunda olmak üzere vücudunun iki farklı bölgesinde bulunurlar. Çok nadir olarak da vücutlarının başka bölgelerinde görülebilir.

Postu kalın, tüyleri normal uzunluktadır. Yazın diğer kediler gibi tüy değişimi yaşar ve o dönemde tüyleri kısalır. Kışın yeniden eski rengini ve beyaz bir kartopu halini alır. Bu kediler, diğer türlere oranla biraz daha iricedir. Erkeklerde vücut ağırlığı ortalama 3,5kg, iken dişilerde 2.8 kg. olur. Vücutları uzun ve kaslı, kemikleriyse iridir.




Van kedisi, kocaman, geniş pembe kulaklara sahiptir. Kulaklarda dibe doğru bir yuvarlaklık göze çarpar. Bazen yavruların iki kulağı arasında bir-iki siyah benek görülebilir. Van kedilerinde sağırlığın yaygın olduğu sanılsa da aslında bu Ankara kedisinin bir özelliğidir. Söz konusu bu sağırlık Van kedilerinin iki değişik renkli gözlü olanlarında bulunur ki bu da ancak %2-3 civarındadır.

Gözleri ve tüyleri nedeniyle Van kedisi Ankara kedisi ile sıkça karıştırılır. Oysa iki cins bazı belirgin özelliklerle birbirlerinden hemen ayrılırlar. Ankara kedisinin gözleri belirgin bir yuvarlaklık içindeyken Van kedisinin gözleri badem şeklinde olur. Bu iki cinsi ayıran en önemli özelliklerden birisi de Van kedisinde bulunan renkli ve uzun kuyruğun diğerinde bulunmayışıdır. Ankara kedisinin de kuyruğu uzun olmasına rağmen renkli değildir.
Van kedilerinin gözleri her ikisi de mavi ya da her ikisi de kehribar olabildiği gibi, bir gözü mavi diğer gözü kehribar renkte olmak üzere üç çeşit olabilirler. Mavi renk, daima turkuvaz mavisi özelliğinde olurken, kehribar rengi farklı tonlarda görülebilir. Mavi gözlü kediler de kendi aralarında mavi gözlü kısa tüylü ve mavi gözlü uzun ipek kürklü, diye iki kısma ayrılırlar. Van kedilerinde, yeni doğan yavruların gözleri grimsi renktedir. Yavru kedinin doğumundan 25 gün sonra göz renkleri farklılaşmaya başlar ve 40 gün sonra da göz renkleri netleşir.

 
                          

Van kedileri, her yıl Şubat, Mart ya da Haziran aylarından birinde kızgınlık periyoduna girerler. Bu dönem yaklaşık 10 gün sürer. Kızgınlık döneminde gebe kalırlarsa eğer genellikle o yıl içinde bir daha kızgınlık göstermezler. Gebelik süreleri 62 gündür. Van kedilerinin karınları gebeliklerinin birinci ayından sonra şişmeye başlar ve bu dönemden itibaren karınlarına hiç kimseyi dokundurtmazlar. Onlar da diğer kedilerde olduğu gibi gözlerden uzakta doğurmayı sevdiğinden, birinci ayın sonundan itibaren ıssız ve karanlık bir yer aramaya başlarlar. Van kedisi bir batında dört yavru doğurur.

Yavrularında genellikle iki kulak arasında bir-iki siyah nokta olduğu görülür. İki siyah nokta taşıyan yavruların çoğu tek renk gözlü olur. Ve bu siyah noktalar, adeta tek göz kedilerin mührüdür. Baş kısmında görülen bu siyah noktalar doğumdan sonra bir iki ay içinde kaybolurlar. Ve bazen da sayıları 8 ila 30 arasında değişen miktarda siyah kıllar olarak kalırlar.



Van kedileri bir sahipten çok bir mekânı benimserler. Kendi hâkimiyetlerini kurdukları alanlarda yabancı bir kedinin barınmasına çoğu zaman imkân vermezler. Kedilerin mekân değiştirmemekteki inatçılıkları, Van kedilerinde pek fazla görülmez. Diğer kediler genellikle yeni yerlerine alışamamış ya da beğenmemişlerse eski evlerine dönmeye çalışırlar. Hatta eski yuvalarına dönmek için kilometrelerce yol kat etmiş olanlarına da rastlanır. Öte yandan Van kedileri yeni bir mekâna alışmakta hiç güçlük çekmezler.
 
Van kedisi, sevilmekten çok hoşlanır ve kendisine gösterilen sevgiye aynı şekilde karşılık verir. Sevgi istekleri özellikle gebelik döneminde daha da artar. Kendisini sevenlerin kucağına çıkıp, okşayan elleri önce hafifçe ısırır sonra yalayarak sevgi gösterisinde bulunur ve mırıldanır. Yemeği verildiğinde yemeden önce minnet göstermek için bacaklara sürünme huyu vardır. Tuvalet ihtiyacını duyduğunda da, kapının önüne giderek miyavlayarak kapının açılmasını ister.


Van kedileri kendi aralarında ve insanlarla haberleşmek için bir takım sesler çıkarırlar. Çıkarılan bu sesler onların duygusal durumları ile ilgilidir. Miyavlamaları isteklerine göre çeşitlilik gösterir. Bir kısmı insanlarla olan ilişkilerine tekabül ederken, bir kısmı yavrularıyla ya da erişkin olanlarıyla ile ilgili ilişkilere tekabül eder. İhtiyaçlarına göre çıkardıkları seslerin yüksekliği ve frekansları da değişir. Van kedisi sabahleyin sahibiyle karşılaşmasında yüksek sesle miyavlayarak sevincini gösterir. Acıktığında mutfak kapısına doğru giderek, acıktığını belirtecek şekilde miyavlar.
 

ANKARA KEDİSİYLE ARASINDAKİ BELİRGİN FARKLILIKLAR:

Van kedisi diğer türler içinde en çok Ankara kedisi ile karıştırılır. Hâlbuki iki cins arasında çok belirgin farklılıklar vardır. Van kedisinin gözleri badem şeklindeyken Ankara kedisinin gözleri yuvarlak bir yapıdadır.

Van kedisinin yüzü Ankara kedisine oranla daha yuvarlaktır. Van kedisinin baş ve kuyruk kısmında sarı lekeler bulunurken, Ankara kedisi ise genellikle bembeyazdır. Ve Van kedisinin tüyleri Ankara kedisine oranla daha kısadır.

DERLEME

17 Mart 2012 Cumartesi

ANADOLU EFSANELERİ -> HIZMALI KIZ EFSANESİ



Yüzyıllarca önce Anadolu’nun bir yelerinde yoksul bir ana-oğul yaşamaktadır. Oğul Kasarcı Çayı’nda kasarcılık yapmakta geçimlerini kıt kanaat sağlamaktadır. Günlerden bir gün yöreye gelen bir derviş, birkaç gün delikanlıyı izledikten sonra: “Oğlum seni izledim. Görüyorum ki, çalışkan, dürüst bir insansın. Anladığıma göre dardasınız. Yakında ülkeme döneceğim, orası varlıklı bir yerdir. İstersen sen de benimle gel” der. Delikanlı anasına danışır, anası da oğlum yoksulluktan kurtulsun diyerek gitmesine izin verir.

Derviş delikanlıyı tekkesine götürür, eğitir. Genç adam bir gün çarşıda güzel bir kız görür, ona âşık olur. Soruşturunca kızın Karakoyunlu Beyi’nin kızı olduğunu öğrenir. Aşk bu, yemeden içmeden kesilir. Derviş durumu öğrenince: “Üzülme, gider kızı isteriz” der. Ertesi gün saraya varır. Durumu Bey’e anlatır, Bey öfkelenir, ama dervişe saygısızlık yapmamış olmak için diye de sesini çıkartmaz.

Ama bir şartı vardır: Dervişe kırk gün içinde istediği hediye ve paralar getirilirse kızı vereceğini söyler. Ama Bey’in istediği şeyler kırk günde tamamlanacak gibi de değildir. Üstelik derviş de yoksuldur. Durumu öğrenen delikanlı üzülür ve günden güne erimeye başlar. Tam kırkıncı gün, delikanlı sabah namazı için uyandığında tekke avlusunda kimin getirdiği bilinmeyen eşya ve altın yüklü katırları görür. Koşup dervişe haber verir. Derviş gülümser. Alıp bunları Bey’e götürür. Çaresiz kalan Bey, kızını verir düğün-dernek kurulur.

Düğünden sonra derviş delikanlıya, gerdeğe girmeden iki rekât namaz kılmasını, sonra da kendisi için dua etmesini söyler. Delikanlı başına geldiği bunca maceradan sonra öylesine mutlu ve coşkuludur ki, namazı kılar, ama derviş için dua etmeyi unutur. Dervişe dua etmediği için de ertesi sabah uyandığında, kendisini Kasarcı Çayı kıyısında bulur. Başından geçenler kendisine bir rüya gibi gelir. Olanları gidip anasına anlatır. Yapacak bir şeyleri yoktur ve çaresiz yeniden eski yaşamlarına dönerler.

Yeni gelin olan kız ise, uyandığında kocasını yanında göremeyince her yeri aratır, ama kimse izini bulamaz. Bu arada dervişte gitmiştir. Vakti gelince kızın bir oğlu olur. Çocuk biraz büyüyünce, hem gittiği yerlerde kocasını aramak, hem de hac görevini yerine getirmek için yola çıkar. Yolu üzerindeki Urfa’ya varır. Mola verip dinlenmek için Samsat Kapısı önüne çadır kurdururken, çevreden bir takım bağrışmalar duyar.


Kentin ortasından gelen dere taştığı için, evler sular altında kalmış ve kent çok büyük ölçüde zarar görmüştür. Bey kızı bu taşkının nedenini sorar soruşturur ve öğrenir ki çay birkaç yılda bir taşıp kenti su altında bırakmaktadır. Bey kızı kararını vermiştir. Bu güzel kenti çayın sebep olduğu su baskınlarından kurtaracaktır. Bunu yapmak için de hac için ayırdığı parayı harcayacaktır. Tellallar çıkarıp halkı hendek kazmaya çağırır. Anasının isteğiyle, bizim delikanlı da hendek kazanların arasına katılır.  

Çalışmalar esnasında Bey kızının çocuğunu bir ağlama tutar, anası onu bir türlü susturamaz. İşçilerden yardım ister çocuğu kim almışsa bunu bir türlü başaramaz. Elden ele dolaşan çocuk sonunda delikanlının kucağına gelir. Kucağa gelir gelmez çocuğun sesi bir anda kesilir ve çevresine bakarak gülümsemeye başlar. Bu durumu gören Bey kızı delikanlıyı hendek işinden alıp çocuğu eğlemekle görevlendirir.

Bu arada delikanlının anası, oğlunun bohçasını karıştırırken, altın sırma işlemeli düğün giysisini bulur: “Oğlum artık bu giysi bize yakışmaz. Onu, kente bunca iyiliği dokunan hanıma hediye edelim” der. Giysi, Bey kızının çadırına götürülür. Kız armağanı görünce, kendi el işlemesinden tanır ve hemen getirenin bulunmasını emreder. Delikanlıyı getirirler. İşlemeli düğün giysisi sayesinde iki sevdalı yeniden bir araya gelip birbirlerine kavuşurlar.

Bir süre sonra hendek de tamamlanır. Derenin yatağı değiştirilerek, sel baskını tehlikesi önlenmiştir. Ardından dere üzerine bir de köprü yapılır. Sonraki yıllarda köprü yıkılırsa, yerine yenisi yapılabilsin diye Bey kızı, köprü ayaklarından birinin altına, altın hızması ile değerli taşlarını gömdürür. O günden sonra derenin adı Bey kızının soyunun isminden dolayı Karakoyun Deresi, köprünün adı da ayağındaki hızma nedeniyle Hızmalı (Kızmalı) Köprü olur.

Bey kızı ile delikanlı burada mutlu bir yaşam sürer, öldüklerinde de Karakoyun Deresi kıyısına gömülürler.

ANADOLU EFSANELERİ

16 Mart 2012 Cuma

ANADOLU UYGARLIKLARI -> URARTULAR


Urartular aslen Kuzey Irak'ta, Dicle kıyısında ve çevresinde önceleri küçük krallıklar halinde yaşarlarken doğu batı arası global ticaretten de faydalanarak giderek gelişmiş ve topraklarını genişleterek ülkelerini bir imparatorluğa dönüştürmüş bir eskiçağ halkıdır.

Bu küçük krallıklar komşularının saldırılarına karşı koyabilmek maksadıyla M.Ö. 9. yüzyılda, Van’ı (Tuşba) merkez yaparak, doğuda Hazar Denizi’nden batıda Malatya’ya, Kuzeyde Gökçe Gölünden, Erzurum ve Erzincan’dan, Güneyde Musul ve Halep’e kadar en geniş sınırlarına ulaşmış, kendilerinden önce bu bölgede varlıklarını sürdürmüş olan başka uygarlıların miraslarından da faydalanarak gelişmiş bir medeniyet kurmuşlardır.


Urartu Krallığının hâkimiyetindeki topraklar yüksek ve kayalık dağlarla çevrili geniş düzlüklerden, ovalardan, platolardan, dar ve derin vadilerden oluşmuştu. Bölgenin doğa koşulları çok sertti ama buna rağmen bu sert doğa koşullarına çok iyi uyum sağlayıp Doğu Anadolu Bölgesi merkez alınarak bölgeyi tarım ve hayvancılığa, uygun bir hale getirip egemenlikleri altındaki toprakların zenginleşmesini sağlamayı başardılar.

Bölgenin zenginleşmesi, elbette ki diğer Mezopotamya kavimlerinin de dikkatini çekmiş olduğundan bu topraklar söz konusu kavimlerin özellikle de Asurların akınlarına sık sık maruz kalmıştır.



Günümüze kadar gelebilmiş yazıtlardan anlaşıldığına göre. M.Ö. 9. yüzyılda temel olarak Uruatri ve Nairi feodal beyliklerinin veya kabilelerinin bir araya gelmeleriyle ilk kez birleşip bir devlet meydana getirmişlerdir. Bu birleşik Urartu devletinin aslında gerçek kurucusu I. Sarduri’dir. Daha sonra I. Sarduri’nin oğlu İşpuiniş babasının ölümünden sonra oğlu Menua’yı da daha hayattayken saltanatına ortak ederek Urartu Krallığını oğluyla birlikte idare etmeye başlamıştır.

Bu iki kral, Asur Kralı III. Salmanassar ve onun halefleri zamanındaki Asur Devleti’nin zayıf durumundan faydalanarak, kendi devletlerinin gücünü artırmışlar ve gerçek manada genişleme siyasetine başlayarak devletin doğu sınırlarını Revanduz’a kadar uzatmışlardır.


Babasının ölümünden sonra tahtta tek başına kalan Menua zamanında Urartular, doğu komşuları olan Mannalar'la mücadele etmişler ve onlara karşı zaferler kazanmışlardır. Urmiye Gölü’nün güneyindeki Taştepe’de bulunmuş olan Menya Kitâbesi, bu zaferlerin ebedî delilleridir. Daha sonra batıda Fırat Nehri’ne kadar uzanan Menua, Geç Hitit şehir devletlerinden biri olan Malatya Krallığı’nı da vergiye bağlamıştır. Ardından kuzeyde Erzurum’a kadar ilerleyen Urartu orduları, Aras Nehri’nin kuzeyindeki Etius memleketini de ele geçirmişlerdir.


Menua, askerî başarılarının yanında imar faaliyetlerinde de bulunmuştur. Stratejik öneme sahip noktalara kaleler inşa etmiş, bu kaleleri de birbirine bağlayan yollar yaptırmıştır. Bugün “Şamran Suyu” olarak bilinen ve halen Van’ın içme suyunu taşıyan 51 km uzunluğundaki su kanalı da Kral Menua tarafından inşa ettirilmiştir.


Urartu Krallığı II. Sarduri zamanında Ön Asya’nın en güçlü krallığı haline gelmiştir. Fakat II. Sarduri ve müttefikleri Asur Kralı III. Tilgat’la Kommagene’de yapmış oldukları savaşta ağır bir yenilgiye uğrayıp da Van Gölü etrafındaki ana memleketlerine çekilmek zorunda kalınca, Krallık artık genişlemek şöyle dursun topraklarını da kaybederek gerilemeye başlamıştır. Ama II. Sarduri’nin ölümünden sonra İdareyi devralan I. Rusa dağılma sürecine girmiş olan Urartu krallığını Asur Kralı III. Tilgat’ın ölümünden de faydalanarak yeniden organize etmeyi başarmıştır.


Urartular her ne kadar eski güçlerini kaybetmiş olsalar da bölgede M.Ö. 6. yüz yılın başlarına kadar hayatiyetlerini sürdürmüşlerdir. Fakat bölgenin en güçlü krallığı olan Asurların giderek zayıflaması ve dış etkilere daha açık hale gelmesi yüzünden Urartu Devleti’nin de sonunu hazırlamıştır. Ön Asya’ da yeni bir güç oluşturan Medler İskitlerle yapmış oldukları işbirliği ile önce Asurları, M.Ö. 609 yılında da Urartu Devletine son vererek tarih sahnesinden ebediyen silmişlerdir.


Urartular ne Sami ne de Hint - Avrupalı ırklarındandırlar. Urartu dili üzerinde yapılan çalışmalar göstermiştir ki, bu halk Hurri dilinin bir lehçesini konuşmaktadır.

Hurrilerin Urartu krallığından beş yüz yıl önce aşağı yukarı aynı bölgelerde, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da, Antakya’ya kadar uzanan ve Hititler ile çağdaş olan büyük bir medeniyet kurmuş oldukları o günkü yazılı belgelerden anlaşılmaktadır. Bu yazıtlara göre Urartuların Hurriler’le aynı soydan geldiklerini kabul etmek en tutarlı davranış olsa gerekir.


Urartuların ve Asurların bırakmış oldukları yazılı belgelerden anlaşıldığına göre Urartular önceleri Asur etkisinden kendilerini kurtaramamışlar ve başlangıçta onların dilini ve yazılarını kullanmışlardır. Asurlarınkinin aksine Urartuların bırakmış oldukları belgeler kuru ve cansızdır. Elde edilen Urartu çivi yazılı tabletleri sayıca çok azdır. En önemli kitabeleri taş levhalar üzerinde bina bloklarında veya kayalar üzerinde görülmüşlerdir. Bunun yanında Hitit hiyeroglifine benzeyen bir çeşit resim yazısını da kullanmışlardır.


Teokratik bir devlet olan Urartu Devleti feodal bir sistemle yönetilirdi. Urartu’nun sınır bölgelerinde, Hitit Devletinde olduğu gibi krala bağlı beylikler vardı. Bunlar krala vergi verirler fakat kendi bölgelerinde bağımsız olarak hüküm sürerlerdi. Kuvvetli kalelerde oturan bu beyler savaş zamanlarında ordularıyla birlikte Urartu kralının emrine girerlerdi.



M.Ö.9. ve 8. yüzyıllarda en parlak devirlerini yaşayan Urartular sarp ve kayalık olan bölgenin bayındırlaştırılmasında oldukları kadar mimarlıkta da ustalıklarını inşa ettikleri çeşitli bina, saray ve mabetlerde göstermişlerdir.

Urartu sanatının en önemli özelliklerinden biri de bu anıtsal yapıların duvarlarını süsleyen duvar resimleridir. Urartuların resmi yapılarını süsleyen duvar resimleri büyük ölçüde Asur resim sanatından etkilenmişse de bazı motifler ve üslup bakımından ondan ayrılık gösterir.


 M.Ö.8. yüzyılın son yarısı ile 7. yüzyılın ikinci yarısına denk gelen bu resimler Doğu Anadolu’nun sert doğası içinde gelişen Urartu uygarlığının sanata gösterdiği ilgi hakkında bir fikir vermesi bakımından çok önemli tarihi eserlerdir.


Urartulardan ilk defa olarak M.Ö. 13. yüzyılda Asurca kaynaklarda bahsedildiği görülmüştür. Bundan da anlaşıldığına göre Urartuların münasebetleri en fazla Asurlularla olduğu görülür. Urartular üzerinde arkeolojik araştırmalar 1879 yılında başlamıştır. Van-Toprakkale bölgesinde çeşitli uluslardan arkeoloji uzmanları bu çalışmaları değişik zamanlarda sürdürdüler.



1938 yılında demiryolu yapımı sırasında Erzincan yöresindeki Altıntepe'de çok değerli Urartu eserleri bulunması üzerine o tarihten sonra Anadolu’daki Urartularla ilgili her türlü arkeolojik araştırma Türk arkeologlar tarafından yapılmaya başlanmıştır. Bu çalışmalardan elde edilen eserler bugün Ankara’daki Anadolu medeniyetleri müzesinde sergilenmektedir.



Van Mehr Kapısı (Mağara Tapınağı) anıtındaki yazıta göre, Urartular çok tanrılı bir din anlayışı içindeydiler. İnandıkları, kutsadıkları ve adlarına belirli dönemlerde kurban kestikleri 79 tanrı, tanrıça ve tanrısal özellik bulunmaktadır.

Bunlardan ilk üç sırayı Haldi, Teişeba ve Şivini paylaşır. Haldi Urartuların baş tanrısı idi. İsim olarak kökeni 13. yüzyıl Asur kaynaklarına kadar gider. Hurri kökenlidir ve Hititlerdeki Teşup ile aynı tanrı olduğu tahmin edilmektedir. Urartular büyük merkezlerde tanrıları için kule tipi tapınaklar ve açık alanlardaki kayalara kapı görünümlü kutsal nişler yapmışlardır.

Urartu Krallığı  zengin ve bereketli Anadolu topraklarını yaşayışları, kültürleri, sanatları, ve bırakmış oldukları pek çok anıtsal yapıtlarıyla daha da zenginleştirmiş bir halk olarak kendilerinden sonra gelecek olan medeniyetlere yol gösterici bir görev üstlenip tarihteki müstesna yerlerini almışlardır.

DERLEME

13 Mart 2012 Salı

ANADOLU-ANADOLU -> SÜLÜKLÜ GÖL -> AKYAZI - SAKARYA


Yaklaşık 300 sene önce toprak kayması nedeniyle Hondurak Deresi'nin önünün tıkanması sonucu oluşan Sülüklü Göl, Adapazarı’na yaklaşık 1, İstanbul’a 3–3,5, Ankara'ya 4-4,5 saat mesafede, Keremali dağlarının bağrında 1100 metre yükseklikte çevre dostları tarafından keşfedilmeyi bekleyen tabiat harikası bir beldedir. 1968 yılında “Tabiatı Koruma Alanı" olarak ilan edilen bölge Sakarya’nın Akyazı ilçesine bağlı Dokurcun beldesi sınırları içinde bulunmaktadır.


Eğer mevsimlerden yazsa ve suları da çekilmişse gölün içinde birer kazık gibi duran ve sayıları 180’i bulan meşe ve köknar ağaçlarının gövdeleri başka hiçbir yerde görülemeyecek kadar ilginç bir manzara oluşturur, ziyaretçilerine.


Ve elbette sadece yaz aylarında değil, sonbaharda ve baharda da mevsimine göre muhteşem bir renklilik içinde görenleri kendisine hayran bırakır. Her mevsim olağanüstü manzarasıyla büyülü bir yerdir Sülüklü Göl…


Adını her ne kadar içindeki sülüklerden almış olsa da 1976 yılında üretim amacıyla göle bırakılan alabalıklar tarafından bu sülüklerin temizlenmiş olmasından dolayı artık gölde pek fazla sülük bulunmamaktadır.


Büyük kentlerin gürültüsünden ve koşuşturmacasından kendisini kurtarmak isteyenler için bulunmaz bir alternatiftir. Günü birlik yapılacak bir ziyaret insanı fiziksel olarak biraz yorsa da ruhen mükemmel bir dinlenme parkurudur.


Sülüklü Göl’e doğru giden yokuş yukarı toprak yolda  yürüyerek ilerliyorsanız eğer çevrenizi seyrede dalarak gözlerinize mükellef bir ziyafet çekmeniz işten bile değildir.


809,5 hektar bir alanı kaplayan Sülüklü Göl sulak saha ve orman ekosistemleri bakımından ve dahi bu sistemde yaygın bitki ve hayvan türü çeşitliliği ile de eşsiz bir tabiat parçasıdır aynı zamanda.


Nereden gelinirse gelinsin Sülüklü Göl’e kolayca ulaşabilmek için mutlaka Sakarya ilinin Akyazı ilçesine gelmek zorunluluğu vardır. Sonrasında Mudurnu'ya doğru yola devam ederek, Dokurcun beldesine gelince Sülüklü Göl tabelası görülür. Bu tabeladan sapıp 10 km.lik bir rampa şose bir yolla Göle ulaşılır.


Bu parkur, yürüyüş parkuru olarak da çok güzel bir alternatif sunar ziyaretçilerine. Yemyeşil bir vadi boyunca akıp giden yolda, Sülüklü Göl’ün mimarı Tavşansuyu Deresinin, cıvıl cıvıl kuş seslerinin, rüzgârın kulaklarda bıraktığı adeta senfonik bir bestenin muhteşem uğultusunun, asırlık kayın, dişbudak, şimşir ve ıhlamur ağaçlarının muhteşem kokularının baş döndürücü eşliğinde yol biter ve 200 metreden yüksek tepelerle çevrili, ormanlarla kaplı bir çanak içinde yeşilin ve mavinin envai çeşit zenginliklerine bürünmüş naif ama muhteşem bir göl birden karşısına çıkar insanın.


Seyrine doyum olmayan bu şahane tabiat harikasını seyretmek bile onca yolun tırmanılmasına değer bir manzaradır, bu manzara. İnsanın bütün yorgunluğunu bir anda alıp gider. Dönüş yolculuğuna çıkmadan önce bir süre dinlendikten sonra çevreyi keşfe çıkmak yapılabilecek en güzel etkinliktir Sülüklü Göl'de. Sonrası artık ziyaretçilerin tercihine kalmış. Eğer yanlarında çadır ya da uyku tulumu getirmişlerse ve mevsimlerden de yazsa geceyi cırcır böceklerinin resitalleri eşliğinde ve pırıl pırıl bir gökyüzünü seyrederek uykuya dalabilirler.  İyi geceler.



NOT-1: Sülüklü Göl Çevre ve Orman Bakanlığı’na bağlı “Tabiatı Koruma Alanı”dır. Bu nedenle koruma alanı içinde piknik yapmak (ateş yakmak) ve avlanmak yasaktır.

NOT-2: Bilekleri saran rahat bir ayakkabı, rahat bir pantolon ya da eşofman, giymekte (kot pantolon yürüyüş sırasında rahatsız edebilir), şapka, güneş gözlüğü, küçük sırt çantası, yağmurluk, yedek giysiler ve ayakkabı (günlük giysiler olabilir.) bulundurmakta fayda vardır.


DERLEME: