27 Aralık 2012 Perşembe

ANADOLU EFSANELERİ -> KIZ KALESİ EFSANESİ


Bölgenin krallarından birisi bir kız çocuğu olmasını çok istermiş. Bunun için de gece gündüz hiç durmadan tanrıya yalvarır kendisine bir kız çocuğu vermesini istermiş.

Tüm bu yakarmalarının sonunda tanrı da ona o çok istediği kız çocuğunu vermiş. Gel zaman git zaman bu kız büyümüş dillere destan bir güzelliğe sahip genç bir kız olmuş. Üstelik çok da yardım sever iyi yürekli bir insanmış. Bu özelliği nedeniyle de halk tarafından çok sevilirmiş.

Günlerden bir gün genç kızın yaşadığı kente ünlü bir falcı gelmiş. Adet olduğu üzere saraya davet edilmiş. Yenmiş, içilmiş sonra da sıra fal bakmaya gelmiş. İlk olarak prensesin falına bakmak istemiş falcı. Onu yanına çağırıp elini kendi elinin içine alıp avucuna bakmış. Bakmakla da beti benzi atmış, dili tutulmuş, hiç bir şey söyleyememiş.

Neden sonra lafı geçiştirmek istemiş falcı ama kral üstelemiş hatta hayatıyla tehdit etmiş falcıyı. Bakmış ki olmayacak falcı Prensesin elinde gördüklerini başlamış anlatmaya.

“Kralım demiş, kızınızı bir yılan sokacak ve onu öldürecek. Bu yazgıyı da hiç kimse bozamayacak.”

Bunu duyan kral çok üzülmüş. Dünyalar güzeli biricik kızının öleceği düşüncesini bir türlü kabullenememiş. Günlerce düşünüp taşınmış. Sonunda yılanların ulaşamayacağı bir yer bulmak gerektiğine karar vermiş ve hemen harekete geçip denizin içinde korunaklı bir kale yaptırmış ve kızını oraya yerleştirmiş. Bir iki hizmetçiden başka hiç kimseyi de kızının yanına yaklaşmasına da izin vermemiş. Kaleye yiyecek içecek taşıyan çok sadık bir de kayıkçı… 

Günler böylece geçip giderken bir gün kayıkçının meyve taşıdığı sepetin içine küçük ama zehirli bir yılan süzülüvermiş. Kayıkçı da o gün dalgınmış ve sepeti kontrol etmeyi unutmuş. Böylece yılan meyve sepetinin içinde kız kalesine doğru yola çıkmış. Meyve sepetini kızın önüne koyduklarında yılan saklandığı yerden bir anda ok gibi fırlayıp kızı kolundan sokmuş. Prenses o anda orada ölüvermiş.

Mersin’de bulunan kız kalesinin hikâyesi böyle... Aynı hikâye İstanbul Boğazı girişindeki Kız Kulesi için de anlatılır.

Masalcı Dede... Derleme…



27 Mayıs 2012 Pazar

ANADOLU ANADOLU KERPE-> KOCAELİ - KANDIRA


Kerpe, Kocaeli ilimizin Kandıra ilçesine bağlı, Karadeniz kıyısındaki güzel bir beldesidir.  Son derece elverişli bir coğrafyaya sahip bir tatil beldesi olması bakımından da oldukça popülerdir. 


Sırtını alabildiğine sık çam ormanlarına vermiş, yüzünü çılgın Karadeniz’e dönmüş şirin küçük bir koya sahip çok güzel bir kasabamızdır.


Antik bir kent üstüne kurulmuş olan Kerpe, çok uzun yıllar sadece meraklıları ve âşıklarının bildiği doğru dürüst yolu bile olmayan saklı bir beldeydi ama her güzel şey gibi bu yeryüzü cenneti de fazla gizli kalamayıp bütün cömertliğiyle konuklarına kucağını açmıştır.


Kerpe, 150 metreye kadar sığ denize ve eşsiz kumsallara sahip bir sahil kasabasıdır. Günübirlik kullanım olanakları olduğu gibi motel ve pansiyonları da vardır. Doğal kumsalları, zengin balık çeşitleri, tertemiz çam havası, bozulmamış doğal plajları ile ender bulunur bir tatil yöresidir.


Çadır kampı yapmak isteyenler için çok uygun imkânlara sahip olan Kerpe’de karavancıların da konaklayabileceği alanlar bulunmaktadır.



Kerpe’nin mutlaka görülmesi gereken bir başka güzel yeri de kayalıklarıdır. Yıllar içinde hırçın Karadeniz dalgalarının şekillendirdiği kayalıklar Kerpe sakinlerinin özellikle de olta balıkçılarının ve âşıkların çokça vakit geçirdikleri bir yerdir. Bu kayalıklar bugün de doğal halleriyle korunmakta ve konuklarını ağırlamayı sürdürmektedir.






Kerpe kartpostal güzelliğinde güzel fotoğraf kareleri yakalamak ve yürüyüş, bisiklet gibi sporlar için çok elverişli bir beldedir aynı zamanda. İzmit’e ve Adapazarı’na 50, İstanbul’a 150 km mesafede olan Kerpe’ye ulaşmak çok kolaydır. 
Yaz aylarında hem günü birlik gelenler hem de yazlıkçıların sayesinde çok canlı olan Kerpe bu hareketliliğini ve canlılığını sonbaharla birlikte yavaş yavaş hüzünlü ve derin bir sessizliğe bırakarak bir sonraki yazı bekler.



8 Mayıs 2012 Salı

ANADOLU'NUN HAZİNELERİ - II BAYEZİD KÜLLİYESİ - EDİRNE




1484 yılında Sultan II Bayezid Han tarafından temeli atılan ve Mimar Hayrettin tarafından 4 yılda bitirilerek hizmete sunulan Sultan II. Bayezid Darüşşifası ve Külliyesi hizmete açıldığından itibaren 1886 – 1887 Osmanlı Rus Savaşı’na kadar kesintisiz olarak 400 yıl boyunca her türlü hastaya, daha sonraları sadece ruh ve akıl hastalarına sağlık hizmeti vermiş bir kuruluştur. Edirne’de yeni imaret semtinde Tunca Nehri kıyısında kurulmuş olan külliye çok değerli hizmetler vermiş, döneminin en önemli sağlık merkezlerinden birisi durumundaydı.

Hastalarının, görevli uzman hekimler tarafından müzik ve su sesleriyle, güzel kokularla tedavi edildiği II Bayezid Külliyesi ve Darüşşifası bir vakıftı. Osmanlı ülkesindeki her vakıfta olduğu gibi bu vakıf da kuruluş amacına uygun bir biçimde halka hizmet etmekle görevlendirilmişti. Darüşşifada görev yapan hekimler aynı zamanda külliyeye ait olan Tıp Medresesi’ndeki öğrencilere de eğitim verirlerdi.  Merkezin bütün giderleri bu hizmet için kurulmuş olan vakıf tarafından karşılanırdı. Bu vakfı kuran da külliyeyi yaptıran Sultan II. Bayezid Han’dı. 

Bu gibi külliyelerin vakfiyelerinde kuruluş amaçları, yönetimi, gelir kaynakları, çalışma şekilleri ve gelirin nasıl dağıtılacağı gibi konular, en ince ayrıntılarına kadar anlatılmış ayrıca nasıl denetleneceği de gösterilmiştir.

Darüşşifalar, genel anlamıyla içinde kamuya yönelik sağlık hizmetlerinin sunulduğu, halktan kişilerin ya da Osmanlı hanedanından kimselerin kurdukları bir tür hayır kurumlarıdır. Arapça "Dâr-Ev" ve "Şifa" kelimelerinin birleşmesinden meydana gelmiş, hastalara şifa dağıtılan yer, şifa evi, hastane anlamlarında kullanılmıştır.


Kuruluşundan itibaren 1850’li yıllara kadar kuruluş amacına uygun olarak hizmet vermiş olan II. Bayezid Külliyesi ve Darüşşifası, bu tarihten itibaren ne yazık ki asıl işlevinden uzaklaştırılarak ruh hastalarının sadece tecrit edildiği bakımsız bir kurum haline getirilmiştir. Bu bakımsızlığın ve ilgisizliğin asıl sebebi vakıf geleneğinin ve düzeninin Osmanlı’yla birlikte giderek gevşemeye ve bozulmaya başlamasıdır.

1877-1878 Osmanlı - Rus Savaşı’nda Edirne işgale uğradığında Darüşşifadaki hastalar İstanbul’a gönderilmiştir. İşgalden sonra 1896 yılında şifahane genel bir onarımdan geçirildikten sonra 1916 yılına kadar ruh hastalarının tecrit edilmesinde kullanılmıştır.

Edirne Darüşşifası 1997 yılından itibaren Trakya Üniversitesi tarafından Sağlık Müzesi olarak düzenlenmiş ve hizmete açılmıştır. 2000 yılında ise Külliyenin şifahane kısmı Psikiyatri Tarihi Müzesi haline getirilmiştir. Ayrıca darüşşifanın yanında yer alan tıp medresesi de 2008 yılında müzenin 15. yüz yılda tıp eğitimini sergileyen bir bölümü olarak hizmete açılmıştır.

Darüşşifa mimari bakımından birinci avlu, ikinci avlu ve ana blok olmak üzere üç bölümden oluşmaktadır. Birinci avluda, poliklinikler (göz mütehassısı, cerrah, nöbetçi odaları), kiler, özel diyet mutfağı, bekçi odaları, akıl hastaları tecrit odası, ilaç olarak kullanılan şurupların pişirildiği mutfak ve personel odaları bulunmaktaydı.
İkinci avluda 4 oda ve 2 sofa bulunurdu. Geçmişte odalardan ikisi ilaç deposu ve eczane olarak, diğer ikisi de üst düzey personelin kullanımına tahsis edilmişti.


Şifahane bölümü ise, hastanenin yataklı kısmıydı. Bu bölüm 6 kışlık oda ile 5 açık sofadan oluşmaktaydı. Sofalardan 4'ü yazlık yatak odası biri de musiki sahnesiydi. Odalar ve sahne büyük ve yüksek bir kubbeyle örtülü şadırvanlı bir salon etrafında çevrelenmişti. Odaların dış bahçeye ve iç salona açılan pencereleri vardı.


Ortadaki büyük kubbenin tepesindeki fenerden gelen ışık iç mekânı aydınlatırdı. Bir merkez çevresinde toplanmış hasta odaları az personelle hizmet verilmesini sağlar, personel tüm odaları kolaylıkla gözetleyebilir ve gereğince acil olan hastaların yardımına koşarlardı. Bu bölümün yapısında akustik sistem de oldukça hassastı. Haftada üç gün verilen musiki konserleri yankılanmadan binanın her tarafından rahatça dinlenebilirdi.


Tıp Medresesi ise, 18 öğrenci odası, bir dershane ve bunların açıldığı bir orta avludan oluşmuştu. Bu bölüm bekçi odası, öğrenci odaları, uygulamalı eğitim odası, müderris odası, dershane ve kütüphane olarak düzenlenmişti.

Darüşşifa müze olarak düzenlendikten sonra turizmin hizmetine sunulmuştur. Oluşturulan pavyonlar vasıtasıyla hekimliğin gelişmesi ve değişik sağlık hizmetleri hakkında geniş bilgiler verilmeye başlanmıştır. Müzenin şehrin turizm hayatına önemli bir katkısı vardır, Selimiye Camii’nin ardından Edirne’de en çok ziyaret edilen ikinci mekândır.

2004 yılında Avrupa Konseyi Avrupa Müze Ödülünü, 2007 yılında ise Avrupa Kültür Mirası -Mükemmellik Kulübü En iyi Sunum Ödülünü kazanmıştır.
















2 Mayıs 2012 Çarşamba

ANADOLU KÜLTÜRÜ -> KİBELE



Kibele… Kadim Anadolu tarihinde mitolojik söylencelerde adı en çok bilinen ana tanrıçalarından biridir. Putperest inancın en önemli simgelerindendir. Anadolu’da pek çok uygarlıkta değişik isimlerle yer almıştır. Doğurganlığı ve bereketi temsil etmektedir.


Akdeniz çevresinde, Asya’da ve kuzey ülkelerinde ve birçok kültür ve uygarlıkta Kibele figürünü çağrıştıran ve çeşitli isimlerle anılan bir ana “ana tanrıça” ile karşılaşmak mümkündür. Anadolu’da yapılan kazılarda bir ana tanrıça figürüne rastlanması M.Ö. 6500-7000 yıllarına kadar gitmektedir.



 Kibele figürünün, Hitit ve Hurri kültüründe her ne kadar tartışmalı da olsa “Kubaba” olarak bilinen figüre dayandığı söylenir. En yaygın kullanımı Frig uygarlığında görülmektedir. Frigya mitolojisinde bir ana tanrıça olarak Kibele’ye tabiat ile özdeşleştirilmiş ve vahşi hayvanlarla ilişkilendirilmiş olduğu için dağ zirvelerinde tapınılırdı.





Kibele anıtına Anadolu’da pek çok yerde rastlamak mümkündür. Kibele inancı daha sonraki uygarlıkları da büyük ölçüde etkilemiş bir kültürdür. Frigya dönemindeki tapınma şekilleri özellikle Yunan ve Roma kültüründe görülmektedir. Kibele’nin Antik Yunanda adı Artemisken, Roma mitolojisinde Diana adını almıştır. Bu putperest inanış Yunanlılardan sonra Araplarda da görülmeye başlamıştır. Kibele’nin buradaki adı ise Hubal (Hübel) olmuştur.




Kibele, aynı zamanda antik edebiyatın en ilgi çeken ve sözü edilen simgelerinden birisidir. Özellikle Romalı yazarlar Kibele'den çok sık söz etmişlerdir. Ne ilginçtir ki günümüzde de bu putperest inancın bu tür simgelerine antik değerinden çok daha değişik anlamlar yükleyenler bulunmaktadır.



DERLEME

1 Mayıs 2012 Salı

ANADOLU'NUN HAZİNELERİ -> GÖK MEDRESE -> SİVAS


Asıl Adı Sahibiye Medresesi olan ama taç kapısı üzerinde yükselen çifte minaresindeki firuze renkli çiniler nedeniyle Gök Medrese olarak da bilinen yapı, Selçuklu sultanı III. Gıyaseddin Keyhüsrev zamanında 1271 yılında vezir Sahip Ata Fahreddin Ali tarafından Mimar Konyalı Kaluyan’a yaptırılmıştır. Sivas ilinin simge eserlerinden birisidir.



Gök Medrese’nin dış duvarları yontma kalker taşından yapılmıştır. Üzerinde 25 metre uzunluğunda, yivli, sırlı tuğla örgülü, çifte minareleriyle birlikte taç kapısı, mermer işçiliğinin en göz alıcı şaheserlerinden birisidir ve yapının en gösterişli bölümünü oluşturmaktadır. 



Eserin giriş bölümü batı yönündedir. Bu bölümündeki dış cephede 12 hayvan figürü, yıldız ve hayat ağacı figürleri bulunmaktadır. Yapı iki katlı, açık avlulu ve dört eyvanlı olarak inşa edilmiştir


Taç kapıdan girildiğinde sağ tarafta mescid bulunmaktadır. Bu mescidin minberi ahşaptandır ve sonradan ilave edilmiştir. Mihrabınsa büyük bir kısmı günümüze kadar gelebilmeyi başarmıştır. Mihrap çini ile kaplı olup üzerinde Ayet-el Kürsi yazılıdır.



Girişin solunda bulunan kare planlı kubbeli oda ise Dar-ül Hadis olarak bilinmektedir. Duvarları sıvanmış durumdadır. Üzeri açık dikdörtgen planlı iç avlunun ortasında tamamen harap hale gelmiş olmasına rağmen Anadolu’da bilinen en büyük Selçuklu havuzu bulunmaktadır. Bu havuz 22 köşeli bir plana sahiptir.





Avlunun kuzey ve güneyinde altı sütun üzerine inşa edilmiş revaklar yer almakta ve bu revakların gerisinde de küçük kapılardan içlerine girilen öğrencilere ait hücreler bulunmaktadır. Doğu yönündeki ana eyvan ise yıkılmıştır.  Bu bölümü kapatabilmek için de mevcut taş ve kitabelerle bir duvar örülmüştür. Kuzey ve güneydeki yan eyvanların içi çinilerle süslüdür.




1934-1967 yılları arasında müze olarak kullanılan ve tipik bir Selçuklu eseri olan Gök Medrese ne yazık ki gerektiği gibi korunamamış olduğu için yıllara yenik düşmüş ve harap bir hale gelmiştir. Bu yapı Sivas’ta bakıma muhtaç öncelikli tarihi miraslardan biridir.



DERLEME



30 Nisan 2012 Pazartesi

ANADOLU ANADOLU -> POYRAZLAR GÖLÜ - > ADAPAZARI



Adapazarı’nın 7-8 km. kuzeydoğusunda Sakarya Irmağı’nın hemen doğusunda 60 hektarlık bir alan içinde bulunan Poyrazlar Gölü, adını yanı başındaki Poyrazlar Köyü’nden almaktadır. Gölün başka bir adı da Teke Gölü’dür. Sakarya Irmağı’nın eski yatağında oluşmuştur. İki sırt arasında uzanır. Sakarya Irmağının taştığı zamanlarda Kapaklı Boğazı’ndan gelen sular sayesinde ve yaz kış kendi bünyesindeki yer altı sularıyla beslenir. Oldukça derin bir göldür. Yalnızca güney kıyıları sığ ve sazlıktır. Kuzey ucunda bulunan bir koyak vasıtasıyla fazla sularını Sakarya Irmağı’na boşaltır. 


Başta sazan olmak üzere çeşitli tatlı su balıkları bulunan göl, son yıllarda günübirlik gidilebilecek alternatif bir dinlence yeri olarak da ilgiyi üzerine çeken turistik bir bölge olmaya hak kazanmıştır. Poyrazlar Gölü’nün çevresinde çeşitli kuş yanında sakarmeke ve karabataklar da sürüler halinde yaşamaktadır. Göç mevsimi kuğuların da ziyaret ettiği gölün bir bölümü ise sazlıklarla kaplı, nilüferlerle bezelidir.


Birinci dereceden sit alanı olarak koruma altına alındığı için sadece Poyrazlar Köyü’nün bulunduğu tarafında daha önceden yapılmış olan birkaç ev dışında gölün çevresinde yapılaşmaya izin verilmemektedir. Poyrazlar gölü piknik alanlarının bulunması sebebiyle piknik yapmaya oldukça müsait ve aynı zamanda mesire yeri olarak da kullanılabilen çevre halkın çok bildiği ve çok sık kullandığı bir göldür.


Toprağı bereketli, yamaçları çam ve meşe ağaçlarıyla kaplı, baharda kır çiçekleriyle daha da renklenen, tertemiz havasında gölün çevresini kuşatan ormanlık alan içinde ve göl çevresinde sadece bahar ve yaz aylarında değil kış aylarında bile yürüyüş ve piknik yapıp kafa dinlemek isteyenlerin gözdesi olabilecek kadar güzel bir tabiat harikasıdır Poyrazlar gölü.


Poyrazlar gölü İstanbul’a 140, Ankara’ya 300 km. mesafededir. Özel araçlarıyla gidecek olanlar İstanbul ve Ankara’dan TEM oto yolunu takip etmeleri yeterlidir. Adapazarı’na gelindiğinde kime sorulsa yol tarifini almaları mümkündür. Şehir içinden Poyrazlar Gölü’ne ulaşmak son derece kolaydır.



DERLEME

ANADOLU UYGARLIKLARI -> MİTANNİLER


M.Ö. II. bin yıllarında Yukarı Suriye ve Mezopotamya'da hüküm sürmüş bir krallık olan Mitanni krallığı Hurriler tarafından kurulmuş olan devlettir. Hurriler, M.Ö. 2000 yıllarından itibaren, kuzeyde Kafkaslar’dan güneyde Suriye ve Yukarı Mezopotamya’ya, batıda Toroslar’dan, doğuda İran’daki Zagros Dağları’nın ötesindeki Urmiye Gölü’ne kadar uzanan oldukça geniş bir coğrafik alana yerleşmiş bir halktır.  Fakat bu tarihlerde henüz siyasi bir teşekkül oluşturmamışlardır.

Bölgede Hurriler’e ait her hangi bir yazılı tablet ya da sanat eseri bulunmamış olmamasına rağmen Hurri başkentinin bugünkü Urfa civarında olduğu tahmin edilmektedir. Öte yandan Hurriler’e ait her hangi bir bilgiye rastlanılmamış olması Urfa bölgesinde yapılan kazıların Urfa’nın güney ya da güney doğusunda değil de kuzeyinde yapılmış olmasından kaynaklandığı söylenmektedir.

Adlarına ilk olarak Hitit yazıtlarında rastlanmaktadır. M.Ö. 1800 yıllarında başkenti Hattuşaş (Boğazköy) olmak üzere Anadolu’da bir devlet kuran Hititler, Hurrilerle ekonomik güçlerini arttırmak ve daha geniş topraklara sahip olmak amacıyla Kuzey Suriye’ye düzenlemiş oldukları askeri harekâtlar sırasında karşılaşmışlardır. Kargamış ve Halpa’yı (Halep) ele geçirmeye çalışan Hititler Hurriler’in savunma yönünden Hititlere karşı bölge halkını desteklemeleri Hititlerin bu harekâtlarda başarısız olmalarına sebep olmuşlardır.

Bu halkın Hititler karşısında başarılı olmaları ise sahip oldukları atlı arabalara bağlanmaktadır. Çünkü o güne kadar bölge halkı ve Hititler savaşlarda henüz atlı araba kullanmaya başlamamış olduklarından Hurriler’in bu arabalarla süratli bir şekilde yapmış oldukları hücumlar karşısında oldukça şaşırmış oldukları ve bu yüzden başarısız oldukları yazılı tabletlerden anlaşılmaktadır.



 Yaklaşık M.Ö. 1500-1450 yıllarında Hurriler Hititlerin bölgede giderek zayıflamalarından da faydalanarak giderek güçlenip ırkdaşları Subaru aşiretlerini de hâkimiyetleri altına alarak Batıda Akdeniz’e Doğuda Kerkük bölgesine, güneyde ise Ken’an iline kadar yayılmışlar Mitanni Krallığını kurmuşlardır.





Mitanniler tarafından yazılmış bir tablete henüz rastlanmamıştır. Ancak komşu ülkelere ait arşivlerde M.Ö. XV. yüzyıldan itibaren bunların güç ve hırslarını anlatan belgeler bulunmuştur. Kendilerinden Kerkük tabletlerinde kendileri tarafından “Maiteni” şeklinde, Mısır belgelerinde ise “Mitan” ve “Mitanni” adlarıyla bahsedilmektedir. Mitanni ülkesine Mısırlılar ve Suriyeliler “Naharina (İki nehir arası), Asurlular ise “Hanigalbat” adını vermişleridir.

Mitanni Krallığı, bugünkü Ceylanpınar civarında bulunduğu sanılan Vaşşuganni kentini başkent yapmışlar ve M.Ö. XIV. yüzyıl sonlarında, Kargamış, Harran, Urfa, Halep ve Antakya gibi kentleri hâkimiyetleri altına almışlardır. 



Mitanni Krallığı o dönemin dünya siyaseti bakımından çok önemli stratejik bir bölge idi. Mezopotamya’dan Karadeniz’e, Akdeniz’e, Mısır’a ve buralardan yine Mezopotamya’ya giden yollar Mitanniler ülkesinden geçiyordu. Bu coğrafik durum Önasya’da Mitanniler’e büyük bir üstünlük kazandırmıştır. Mitanniler, daha sonra bu avantajı kullanıp, Mısır ve Hitit krallıkları arasında üçüncü bir güç durumuna gelmiş fakat son kralları Şuppiluliuma'nın ölümünden sonra Hititlerin ve bölgede yeni bir devlet olarak ortaya çıkan Asurların yoğun saldırılarıyla karşılaşarak M.Ö. XII. Yüzyılda yıkılarak tarih sahnesinden çekilmişlerdir.





 MİTANNİLER'DE TOPLUMSAL YAPI VE SANAT

Mitanni Krallığı feodal bir yapıya sahipti. Devletin başında “Şar Mitanni” veya “Şar Hanigalbat” unvanını taşıyan bir kral bulunurdu. Bu krala bağlı olarak ülkenin savunmasıyla görevlendirilmiş birtakım küçük krallar ve beyler vardı. Halk tımarlara sahip bulunan ve askeri veya mülki birtakım yükümleri olan “Mariannular” veya soylular, “Hanigalbatlı” denen hür insanlar ve toprağa bağlı, askerlik ve vergi yükümü altındaki köylüler olmak üzere üç sınıfa ayrılıyordu.

Mitanniler’de Aile, ataerkil temellere dayanır, evlenmeler ise bütün Ön Asya'da olduğu gibi hukuki bir akit olarak kabul edilirdi. Medeni, hukuk, şahsi mülkiyet üzerine kuruluydu. Bununla birlikte arazi ve emlâkin satılması birtakım şartlara ve kayıtlara bağlıydı. Özellikle soyluların elindeki tımarlar satılamaz, ancak veraset yoluyla geçebilirdi.



Mitanni sanatında Mezopotamya, Mısır ve Ege sanatlarına ait unsurlar hâkimdir. Yuvarlak mühürler ve seramikler dışında, bu sanat oldukça kaba ve bütünlükten yoksundur. Taş üzerine yapılmış oymaların kendine özgü motifleri, hurma dallı kutsal ağaç, kanatlı güneş, akbaba, saç örgüsü, gül ve yıldız biçiminde süsleri vardır. Bu motifler, sonradan Asurlular tarafından da benimsendi.



DERLEME

29 Nisan 2012 Pazar

ANADOLU'NUN HAZİNELERİ -> ULU CAMİ - SİVAS DİVRİĞİ


Divriği Cami 1228–29 yıllarında Mengücekli beyi Ahmed Şah tarafından inşa ettirilmiştir. Bu muhteşem eser Sivas ilinin Divriği ilçesinde bulunmaktadır. Aynı adla bilinen darüşşifa (hastane) ise aynı tarihte, Ahmed Şah'ın eşi ve Erzincan beyi Fahreddin Behramşah’ın kızı olan Turan Melek tarafından Ahlâtlı Muğis oğlu Hürrem Şah adlı bir mimara yaptırılmıştır. Caminin güney duvarına yapışık bir biçimde bulunmaktadır.

Orta bölümü bir ışıklık kubbesi ile örtülmüştür, giriş ile birlikte dört eyvandan oluşur. Darüşşifanın kuzeydoğu köşesinde türbe yer alır. Divriği Ulu Camii ve Darüşşifası 1985 yılında UNESCO Dünya Miras Listesine alınmıştır.


Plan tipi ve süsleme olarak benzeri olmayan bir eserdir. Aralarında üslup birliği olmayan üç ana kapının süslemeleri birbirinden farklıdır. İki başlı kartal motifini de içeren süslemeler son derece taşkın ve barok karakterlidir. Batı kapısında Alaaddin Keykubad’ın arması olan çift başlı kartal ile Ahmet Şahın arması olan doğan motifi bulunmaktadır.


Caminin içi mihraba dik beş avludan oluşur. Orta avlu diğerlerinden daha geniştir. Burada yer alan dilimli mihrap önü kubbesi dıştan kümbete benzeyen piramit bir örtü ile örtülmüş ve dışarıdan da camiye hakim bir hale getirilmiştir. Orta avluda bir ışıklık yer alır. Işıklık kubbesine geçişte yelpaze biçimli Türk üçgenleri kullanılmıştır. Camide avluların hepsi birbirinden farklı yıldız tonozlarla örtülmüştür. Bu camide hem Selçukluların avlulu plan tipini, hem de Emevi plan tipini bir arada görmek mümkündür.

Bugün kirişleme izleri kalmış olan ahşap hünkâr mahfili Anadolu’daki en erken örneklerden birini oluşturmaktadır. Abanoz ağacından minber, kabartma sülüs yazı kuşakları ve yıldız motifleri büyük bir özenle yapılmıştır. Yapının taşkın barok karakterli ve iri süslemelerle bezeli mihrabı da eserin önemli bölümlerindendir. 


Caminin doğu cephesindeki pencerenin üzerinde Ahlatlı nakkaş Ahmet, minberde Tiflisli İbrahim oğlu Ahmed ve hattat Mehmet, caminin güney duvarındaki ayet şeridi üzerinde de Mehmet oğlu Ahmet’in adları yazılıdır. Divriği Ulu Camii ve Darüşşifası, Selçuklu dönemi içinde küçük sayılabilecek yapı topluluklarından biri olmasına karşın, altı zanaatkârı ile dikkat çekici bir eserdir. Bu bağlamda yapı topluluğu, Selçukluların yanı sıra Mengücekli beyliğinde de ekip çalışmasının varlığını gösteren önemli bir örnek olarak görülmektedir.


Caminin giriş kapısına ikindi güneşi düştüğü zaman gölgelerden ayakta duran yandan bir erkek silueti belirir. Bu siluetin önünde dikdörtgene benzer bir gölge daha vardır ve bu gölgelerin Kuran okuyan ve namaz kılan bir adam olduğuna inanılır.




Evliya Çelebi Divriği Ulu Cami için "Üstat, bu mermer camiye öyle emek sarf edip, kapı ve duvarları öyle nakış bukalemun eylemiş ki, methinde diller kısır, kalem kırıktır," demiştir.




DERLEME