27 Mayıs 2012 Pazar

ANADOLU ANADOLU KERPE-> KOCAELİ - KANDIRA


Kerpe, Kocaeli ilimizin Kandıra ilçesine bağlı, Karadeniz kıyısındaki güzel bir beldesidir.  Son derece elverişli bir coğrafyaya sahip bir tatil beldesi olması bakımından da oldukça popülerdir. 


Sırtını alabildiğine sık çam ormanlarına vermiş, yüzünü çılgın Karadeniz’e dönmüş şirin küçük bir koya sahip çok güzel bir kasabamızdır.


Antik bir kent üstüne kurulmuş olan Kerpe, çok uzun yıllar sadece meraklıları ve âşıklarının bildiği doğru dürüst yolu bile olmayan saklı bir beldeydi ama her güzel şey gibi bu yeryüzü cenneti de fazla gizli kalamayıp bütün cömertliğiyle konuklarına kucağını açmıştır.


Kerpe, 150 metreye kadar sığ denize ve eşsiz kumsallara sahip bir sahil kasabasıdır. Günübirlik kullanım olanakları olduğu gibi motel ve pansiyonları da vardır. Doğal kumsalları, zengin balık çeşitleri, tertemiz çam havası, bozulmamış doğal plajları ile ender bulunur bir tatil yöresidir.


Çadır kampı yapmak isteyenler için çok uygun imkânlara sahip olan Kerpe’de karavancıların da konaklayabileceği alanlar bulunmaktadır.



Kerpe’nin mutlaka görülmesi gereken bir başka güzel yeri de kayalıklarıdır. Yıllar içinde hırçın Karadeniz dalgalarının şekillendirdiği kayalıklar Kerpe sakinlerinin özellikle de olta balıkçılarının ve âşıkların çokça vakit geçirdikleri bir yerdir. Bu kayalıklar bugün de doğal halleriyle korunmakta ve konuklarını ağırlamayı sürdürmektedir.






Kerpe kartpostal güzelliğinde güzel fotoğraf kareleri yakalamak ve yürüyüş, bisiklet gibi sporlar için çok elverişli bir beldedir aynı zamanda. İzmit’e ve Adapazarı’na 50, İstanbul’a 150 km mesafede olan Kerpe’ye ulaşmak çok kolaydır. 
Yaz aylarında hem günü birlik gelenler hem de yazlıkçıların sayesinde çok canlı olan Kerpe bu hareketliliğini ve canlılığını sonbaharla birlikte yavaş yavaş hüzünlü ve derin bir sessizliğe bırakarak bir sonraki yazı bekler.



8 Mayıs 2012 Salı

ANADOLU'NUN HAZİNELERİ - II BAYEZİD KÜLLİYESİ - EDİRNE




1484 yılında Sultan II Bayezid Han tarafından temeli atılan ve Mimar Hayrettin tarafından 4 yılda bitirilerek hizmete sunulan Sultan II. Bayezid Darüşşifası ve Külliyesi hizmete açıldığından itibaren 1886 – 1887 Osmanlı Rus Savaşı’na kadar kesintisiz olarak 400 yıl boyunca her türlü hastaya, daha sonraları sadece ruh ve akıl hastalarına sağlık hizmeti vermiş bir kuruluştur. Edirne’de yeni imaret semtinde Tunca Nehri kıyısında kurulmuş olan külliye çok değerli hizmetler vermiş, döneminin en önemli sağlık merkezlerinden birisi durumundaydı.

Hastalarının, görevli uzman hekimler tarafından müzik ve su sesleriyle, güzel kokularla tedavi edildiği II Bayezid Külliyesi ve Darüşşifası bir vakıftı. Osmanlı ülkesindeki her vakıfta olduğu gibi bu vakıf da kuruluş amacına uygun bir biçimde halka hizmet etmekle görevlendirilmişti. Darüşşifada görev yapan hekimler aynı zamanda külliyeye ait olan Tıp Medresesi’ndeki öğrencilere de eğitim verirlerdi.  Merkezin bütün giderleri bu hizmet için kurulmuş olan vakıf tarafından karşılanırdı. Bu vakfı kuran da külliyeyi yaptıran Sultan II. Bayezid Han’dı. 

Bu gibi külliyelerin vakfiyelerinde kuruluş amaçları, yönetimi, gelir kaynakları, çalışma şekilleri ve gelirin nasıl dağıtılacağı gibi konular, en ince ayrıntılarına kadar anlatılmış ayrıca nasıl denetleneceği de gösterilmiştir.

Darüşşifalar, genel anlamıyla içinde kamuya yönelik sağlık hizmetlerinin sunulduğu, halktan kişilerin ya da Osmanlı hanedanından kimselerin kurdukları bir tür hayır kurumlarıdır. Arapça "Dâr-Ev" ve "Şifa" kelimelerinin birleşmesinden meydana gelmiş, hastalara şifa dağıtılan yer, şifa evi, hastane anlamlarında kullanılmıştır.


Kuruluşundan itibaren 1850’li yıllara kadar kuruluş amacına uygun olarak hizmet vermiş olan II. Bayezid Külliyesi ve Darüşşifası, bu tarihten itibaren ne yazık ki asıl işlevinden uzaklaştırılarak ruh hastalarının sadece tecrit edildiği bakımsız bir kurum haline getirilmiştir. Bu bakımsızlığın ve ilgisizliğin asıl sebebi vakıf geleneğinin ve düzeninin Osmanlı’yla birlikte giderek gevşemeye ve bozulmaya başlamasıdır.

1877-1878 Osmanlı - Rus Savaşı’nda Edirne işgale uğradığında Darüşşifadaki hastalar İstanbul’a gönderilmiştir. İşgalden sonra 1896 yılında şifahane genel bir onarımdan geçirildikten sonra 1916 yılına kadar ruh hastalarının tecrit edilmesinde kullanılmıştır.

Edirne Darüşşifası 1997 yılından itibaren Trakya Üniversitesi tarafından Sağlık Müzesi olarak düzenlenmiş ve hizmete açılmıştır. 2000 yılında ise Külliyenin şifahane kısmı Psikiyatri Tarihi Müzesi haline getirilmiştir. Ayrıca darüşşifanın yanında yer alan tıp medresesi de 2008 yılında müzenin 15. yüz yılda tıp eğitimini sergileyen bir bölümü olarak hizmete açılmıştır.

Darüşşifa mimari bakımından birinci avlu, ikinci avlu ve ana blok olmak üzere üç bölümden oluşmaktadır. Birinci avluda, poliklinikler (göz mütehassısı, cerrah, nöbetçi odaları), kiler, özel diyet mutfağı, bekçi odaları, akıl hastaları tecrit odası, ilaç olarak kullanılan şurupların pişirildiği mutfak ve personel odaları bulunmaktaydı.
İkinci avluda 4 oda ve 2 sofa bulunurdu. Geçmişte odalardan ikisi ilaç deposu ve eczane olarak, diğer ikisi de üst düzey personelin kullanımına tahsis edilmişti.


Şifahane bölümü ise, hastanenin yataklı kısmıydı. Bu bölüm 6 kışlık oda ile 5 açık sofadan oluşmaktaydı. Sofalardan 4'ü yazlık yatak odası biri de musiki sahnesiydi. Odalar ve sahne büyük ve yüksek bir kubbeyle örtülü şadırvanlı bir salon etrafında çevrelenmişti. Odaların dış bahçeye ve iç salona açılan pencereleri vardı.


Ortadaki büyük kubbenin tepesindeki fenerden gelen ışık iç mekânı aydınlatırdı. Bir merkez çevresinde toplanmış hasta odaları az personelle hizmet verilmesini sağlar, personel tüm odaları kolaylıkla gözetleyebilir ve gereğince acil olan hastaların yardımına koşarlardı. Bu bölümün yapısında akustik sistem de oldukça hassastı. Haftada üç gün verilen musiki konserleri yankılanmadan binanın her tarafından rahatça dinlenebilirdi.


Tıp Medresesi ise, 18 öğrenci odası, bir dershane ve bunların açıldığı bir orta avludan oluşmuştu. Bu bölüm bekçi odası, öğrenci odaları, uygulamalı eğitim odası, müderris odası, dershane ve kütüphane olarak düzenlenmişti.

Darüşşifa müze olarak düzenlendikten sonra turizmin hizmetine sunulmuştur. Oluşturulan pavyonlar vasıtasıyla hekimliğin gelişmesi ve değişik sağlık hizmetleri hakkında geniş bilgiler verilmeye başlanmıştır. Müzenin şehrin turizm hayatına önemli bir katkısı vardır, Selimiye Camii’nin ardından Edirne’de en çok ziyaret edilen ikinci mekândır.

2004 yılında Avrupa Konseyi Avrupa Müze Ödülünü, 2007 yılında ise Avrupa Kültür Mirası -Mükemmellik Kulübü En iyi Sunum Ödülünü kazanmıştır.
















2 Mayıs 2012 Çarşamba

ANADOLU KÜLTÜRÜ -> KİBELE



Kibele… Kadim Anadolu tarihinde mitolojik söylencelerde adı en çok bilinen ana tanrıçalarından biridir. Putperest inancın en önemli simgelerindendir. Anadolu’da pek çok uygarlıkta değişik isimlerle yer almıştır. Doğurganlığı ve bereketi temsil etmektedir.


Akdeniz çevresinde, Asya’da ve kuzey ülkelerinde ve birçok kültür ve uygarlıkta Kibele figürünü çağrıştıran ve çeşitli isimlerle anılan bir ana “ana tanrıça” ile karşılaşmak mümkündür. Anadolu’da yapılan kazılarda bir ana tanrıça figürüne rastlanması M.Ö. 6500-7000 yıllarına kadar gitmektedir.



 Kibele figürünün, Hitit ve Hurri kültüründe her ne kadar tartışmalı da olsa “Kubaba” olarak bilinen figüre dayandığı söylenir. En yaygın kullanımı Frig uygarlığında görülmektedir. Frigya mitolojisinde bir ana tanrıça olarak Kibele’ye tabiat ile özdeşleştirilmiş ve vahşi hayvanlarla ilişkilendirilmiş olduğu için dağ zirvelerinde tapınılırdı.





Kibele anıtına Anadolu’da pek çok yerde rastlamak mümkündür. Kibele inancı daha sonraki uygarlıkları da büyük ölçüde etkilemiş bir kültürdür. Frigya dönemindeki tapınma şekilleri özellikle Yunan ve Roma kültüründe görülmektedir. Kibele’nin Antik Yunanda adı Artemisken, Roma mitolojisinde Diana adını almıştır. Bu putperest inanış Yunanlılardan sonra Araplarda da görülmeye başlamıştır. Kibele’nin buradaki adı ise Hubal (Hübel) olmuştur.




Kibele, aynı zamanda antik edebiyatın en ilgi çeken ve sözü edilen simgelerinden birisidir. Özellikle Romalı yazarlar Kibele'den çok sık söz etmişlerdir. Ne ilginçtir ki günümüzde de bu putperest inancın bu tür simgelerine antik değerinden çok daha değişik anlamlar yükleyenler bulunmaktadır.



DERLEME

1 Mayıs 2012 Salı

ANADOLU'NUN HAZİNELERİ -> GÖK MEDRESE -> SİVAS


Asıl Adı Sahibiye Medresesi olan ama taç kapısı üzerinde yükselen çifte minaresindeki firuze renkli çiniler nedeniyle Gök Medrese olarak da bilinen yapı, Selçuklu sultanı III. Gıyaseddin Keyhüsrev zamanında 1271 yılında vezir Sahip Ata Fahreddin Ali tarafından Mimar Konyalı Kaluyan’a yaptırılmıştır. Sivas ilinin simge eserlerinden birisidir.



Gök Medrese’nin dış duvarları yontma kalker taşından yapılmıştır. Üzerinde 25 metre uzunluğunda, yivli, sırlı tuğla örgülü, çifte minareleriyle birlikte taç kapısı, mermer işçiliğinin en göz alıcı şaheserlerinden birisidir ve yapının en gösterişli bölümünü oluşturmaktadır. 



Eserin giriş bölümü batı yönündedir. Bu bölümündeki dış cephede 12 hayvan figürü, yıldız ve hayat ağacı figürleri bulunmaktadır. Yapı iki katlı, açık avlulu ve dört eyvanlı olarak inşa edilmiştir


Taç kapıdan girildiğinde sağ tarafta mescid bulunmaktadır. Bu mescidin minberi ahşaptandır ve sonradan ilave edilmiştir. Mihrabınsa büyük bir kısmı günümüze kadar gelebilmeyi başarmıştır. Mihrap çini ile kaplı olup üzerinde Ayet-el Kürsi yazılıdır.



Girişin solunda bulunan kare planlı kubbeli oda ise Dar-ül Hadis olarak bilinmektedir. Duvarları sıvanmış durumdadır. Üzeri açık dikdörtgen planlı iç avlunun ortasında tamamen harap hale gelmiş olmasına rağmen Anadolu’da bilinen en büyük Selçuklu havuzu bulunmaktadır. Bu havuz 22 köşeli bir plana sahiptir.





Avlunun kuzey ve güneyinde altı sütun üzerine inşa edilmiş revaklar yer almakta ve bu revakların gerisinde de küçük kapılardan içlerine girilen öğrencilere ait hücreler bulunmaktadır. Doğu yönündeki ana eyvan ise yıkılmıştır.  Bu bölümü kapatabilmek için de mevcut taş ve kitabelerle bir duvar örülmüştür. Kuzey ve güneydeki yan eyvanların içi çinilerle süslüdür.




1934-1967 yılları arasında müze olarak kullanılan ve tipik bir Selçuklu eseri olan Gök Medrese ne yazık ki gerektiği gibi korunamamış olduğu için yıllara yenik düşmüş ve harap bir hale gelmiştir. Bu yapı Sivas’ta bakıma muhtaç öncelikli tarihi miraslardan biridir.



DERLEME